ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRKÇE
ve
TÜRK DİL KURUMU
Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın
Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Cumhuriyet ile özdeşleşmiş kurumlar bulunmaktadır. Bu kurumlardan biri de yine Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumudur.
Yazı dili olarak en az 1300 yıllık geçmişe sahip Türkçenin konuşma dili tarihi çok daha ön*celere uzanır. İlk yazılı kaynaklardan olan Orhon Yazıtları’nda kullanılan dilin işlekliği, akı*cı*lığı, dildeki soyut kavramlar için kullanılan sözlerin özellikleri (Ergin 2000: 13; Aksan 1987: 45) ve kimi ölü dillerdeki söz ben*zerliği (Tuna 1997) göz önüne alındığında Türkçenin dört-beş bin yıllık bir konuşma dili tarihine sahip ol*duğu anlaşılmaktadır. Yeryüzünde çok az sayıda dil, bu kadar tarihî derinliğe sahiptir. Kök*le*ri binlerce yıl öncesine dayanan Türkçe, Türklerin değişik kültürlerle teması dolayısıyla pek çok dille etkileşim içerisine girmiş, söz (kelime) alışverişinde bulunmuştur[1]. Zaman zaman et*ki*lenme tek yönlü olmuş, dönemin baskın kültürlerinin etkisiyle Türkçeye yabancı dil ögeleri do*luşmuştur. Bu olumsuz durum; kimi şair, yazar ve aydınların tepkileriyle karşılaşmışsa da Türk*çedeki yabancı sözlere, yabancı dil birimlerine karşı en sistemli, en etkili ve sonuç verici ça*lışma Cumhuriyet döneminde olmuştur. Türkçenin bilim dili hâline gelmesi düşüncesi, Cum*huriyet döneminde gerçekleşmiştir. Türkçe üzerine bilimsel çalışmalar da Cumhuriyet dö*neminde yoğunluk kazanmıştır. Osmanlı devletinin son dönemlerinde ortaya çıkan ve gi*de*rek artan dil tartışmaları, Cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Türkiye Cumhuriyeti’nde dilin bir devlet politikası hâline gelmesi ve bu alanda yapılan atılımlarla Türkçenin yeni bir evresi baş**lamıştır. Yıllardır tartışılan konular ve çözüm bekleyen sorunlar, Cumhuriyet döneminde Ata*türk’ün önce alfabe, daha sonra da dil alanında yaptığı devrimlerle çözülmüştür. Ancak, Türk*çe üzerine yapılan tartışmalar bitmemiştir. Dilde bugün ulaşılan noktayı iyi kav*ra*ya*bil*mek, Atatürk’ün Dil Devrimini gerçek anlamda özümseyebilmek için Atatürk’ün dil konusundaki düşüncelerini ve yaptıklarını bilmek gerekir. İşte bu yazımızda Atatürk döneminde Türkçenin durumuna, Türk Dil Kurumunun kuruluşuna ve Atatürk dönemindeki çalışmalarına değineceğiz. Atatürk’ün Dil Devrimine giden yolun anlaşılabilmesi için de kısaca Cumhuriyet öncesi dil tartışmalarına, Türkçenin durumuna ve Türkçe konusundaki görüşlere de kısaca yer ver*mek gerekir.
Tanzimat Döneminde Türkçe Üzerine Düşünceler
XIX. yüzyıla gelinceye kadar birkaç şair, yazar ve düşünür dışında pek fazla kişinin dikkatini çekmeyen dil ve alfabe konusu, Tanzimat ile birlikte en fazla tartışılan konulardan biri hâline geldi.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun getirdiği ilkeler arasında dil ve edebiyat ile ilgili herhangi bir ilke yoktu, ama bu belgede gerek ilkeler olsun, gerek bu ilkeler üzerine ırk veya mezhep ayrımı gözetilmeksizin kurulan düzen olsun yeni bir yaşama tarzı ve yeni bir toplum düzeni getiriyordu. Osmanlı toplumunu bu anlayışa ve düzene ulaştıracak araç ise ulusal eğitim ve ulusal dildi. II. Mahmut döneminde başlayan eğitimde modernleşme Tanzimat döneminde de sürmüştür (Karal 1985: 314).
Tanzimat, toplum ve devlet hayatımıza getirdiği yenilikler kadar, dilimize ve özellikle edebiyatımıza da yenilikler getirmiş, kültür hayatımızda yeni bir çığır açmıştır. Edebiyatımızın bu dönemine adını da veren Tanzimat, Türk kültüründe Batıya yönelişin başlangıcıdır. Batı uygarlığının etkisi değişik alanlarda görüldüğü gibi dil alanında da kendisini göstermiştir. Dil alanında batı uygarlığının etkisi ana hatlarıyla iki biçimde görülür: Batıdaki milliyetçilik akımının ve halka yönelmenin etkisiyle ana diline karşı duyarlılık uyanırken bir yandan da halkın anlayacağı dille yazmak amacıyla halk diline yönelme düşüncesi yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Halka ulaşmanın en etkili aracı da gazete idi. Bu sebeple gazeteler dilde değişimin başlatıcısı oldu. Sade, yabancı ögelerden arınmış, halkın anlayacağı Türkçe, bir kere daha düşünce adamlarının, sanatçıların halka hitap etmede kullandıkları dil hâline geldi. Tıpkı Anadolu’da Türk yazı dilinin kuruluşu sırasında mutasavvıfların halka seslenebilmek için sade Türkçeyi tercih etmesi gibi...
Şiirlerinde konuşma dilini kullanan Şinasi, gazetesinde de halk diliyle halka sesleniyordu. Yazılarında Arapça ve Farsça sözleri mümkün oldukça az kullanıyor, kısa cümlelere yer veriyordu. Sade Türkçe ile şiir yazmayı bile denemişti. Kaynaklarda geçen ve halk ağzında yaşayan atasözlerini de derleyerek yayımlayan Şinasi, bütün bu özellikleriyle Tanzimat döneminde Türkçenin sadeleşmesi yolunda etkili bir kişi olmuştur. 1863’te yayımladığı Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye, halk diline yönelişin en güzel örneğidir. Şinasi, bu atasözlerinden kimilerini şiirlerinde ve yazılarında da kullanmıştır.
Eserlerinde gelişme, vatanseverlik, özgürlük, meşrutiyet, siyasî bağımsızlık, eğitim, iktisat, Osmanlıcılık, İslâmcılık gibi çok çeşitli konuları sosyal düşünceler olarak ele alan Namık Kemal, Türk dilinden çok Türk edebiyatının sorunları üzerine eğilmiştir. Bu konudaki yazılarında dille ilgili düşünceleri de yer almaktadır. Eskiden eserlerin yüksek sınıflar için ancak onların anlayabileceği dille yazıldığını belirten Namık Kemal, Fars edebiyatının etkisinde kalan eski edebiyatımızın söz süsüne kurban edildiği düşüncesindedir.
Eski edebiyatı eleştiren Namık Kemal, eski edebiyatın dilinin kusurlarına ve yetersizliğine de değinmiştir. Tasvîr-i Efkâr gazetesinin 16 Rebiülâhir 1283 (1866) tarihli 416. sayısında yer alan Lisân-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazatı Şamildir başlıklı yazısında şunları yazar:
“İstanbul’da okuyup yazma bilenlerden dahi belki onda biri, sebk-i marûf üzre yazılmış bir kâğıddan ve hatta kâfil-i hukuku olan kanûn-ı devletten bile istifâde-i merâma kadir değildir. Çünki edebiyatımıza şark u garbın birkaç ecnebî lisanından müstear olan şiveler galebe ederek ıttırâd-ı ifâdeye halel vermiş ve edevât ü tabirât ü ifadâtı takrirden bütün bütün ayrılmış olan üslûb-ı tahrir ise bayağı bir başka lisân hükmüne girmiştir.”
Gazetenin ertesi günkü sayısındaki yazısında ise dilin ıslahı konusundaki düşüncelerini şöyle özetler:
“Evvelâ: Kavâ’îd-i lisânın mükemmel surette tedvin ü temhidi.
Saniyen: Kelimatın isti’mâl-i umûmî dairesinde tahdidi.
Salisen: İmlâ ve manâca eczâ-yı lisân beynindeki irtibât-ı surinîn ittihâd-ı hakikî hâline gelecek kadar teşyidi.
Rabian: Rabt-ı kelâm ve ifade-i meram şivelerinin tabî’at-ı lisâna tatbikan tadil ü tecdidi.
Hamisen: İfadenin hüsn-i tabiîsine hail olan külfetli sanatlardan tecridi.” (Levend 1972: 113-114)
Tanzimat edebiyatının çok yönlü, seçkin ve önde gelen şair ve yazarlarından Ziya Paşa, edebiyatımızla ilgili konularda Namık Kemal gibi düşünmekle birlikte, dil konusuna ondan daha fazla değinmiştir. Türk dili konusunda Şinasi’yle birlikte başlayan görüşleri savunmuş, yeni sanat ve yeni dil düşüncelerini işlemiştir.
Çıktıkça lisân tabiatından
Elbette düşer fesahatından
diyerek dilin doğasından ayrılması durumunda doğru ve güzel kullanılışını kaybedeceği düşüncesine şiirinde yer vermiştir.
Ancak, Ziya Paşa’nın dil konusunu ele alan en önemli yazısı Londra’da yayımlanan Hürriyet gazetesinin 7 Eylül 1868 günlü 11. sayısında yer alan Şiir ve İnşa başlıklı yazısıdır. Yazısında “acaba bizim mensup olduğumuz milletin bir lisanı ve şiiri var mıdır, bunu ıslâh kabil midir ?” sorusunu soran Ziya Paşa, eski edebiyatımıza ait eserlerin dilinde üçte bir oranda bile Türkçe söz bulunmadığı, bir işi ifade ederken karmaşık ifadeler kullanıldığını, bunu anlamak için sözlükler gerektiği cevabını verir:
“Münşeat-ı Feridun ve asar-ı Veysî ve Nergisî ve sair münşeat-ı mutebere ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe bulunmaz. Ve bir maslahat ifade ederken bedî ü beyan fenleri karıştırılarak, ibraz-ı belâgat için öyle müşevveş ve mütetabiü’l-izafat ibareler yazmışlar ki Kamus ve Ferheng beraber olmadıkça ve bir adam fenn-i meani ve adab-ı Arabda kemal-i mahareti olduktan sonra âdeta bir ders mütalâa eder gibi bir çok zamanlar sarf-ı zihn etmedikçe manasını istihraca muktedir olamaz.”
Bu yazıda, anlaşılmaz ifadelerin yazılmasının “hüsn-i kitabet” sayıldığını belirten Ziya Paşa, öncelikle Türkçe imlânın bilinmesi gerektiği konusunu en başta gelen kural olarak vurgulamıştır.
Ziya Paşa, aynı yazısında yargılama sırasında karşılaşılan durumu şöyle anlatır: Sorgulanan kişi, derdini bildiği dille anlatır, sorgu hâkimi söylenenleri birtakım ibareler kullanıp araya da ‘olduğundan’, ‘bulunduğundan’ ve ‘olmakla’, ‘bulunmakla’ sözlerini sıkıştırarak yazıya geçirtir. Sorgu hâkimi yazılanları bir kere de sorgulanan kişiye okur ve “Bunu sen söylemedin mi, getir mührünü ve yoksa parmağını bas.” der. Sorgulanan kişi okunan şeyi Arapça gibi dinleyip bir şey anlamaz, ama “Efendiyi gücendirmeyeyim.” diyerek mührünü basar. Bu durumun nereye kadar uzandığını Ziya Paşa şöyle belirtir: “İşte bu istintak-name gâh olur ki bîçarenin idamına kadar sebep olur. Belki onun dediği yolda yazılsa kurtulmak ihtimali bulunur.” (Levend 1972: 120)
Dilde Türkçülük hareketinin ilk izleri Ahmet Vefik Paşanın Lehce-i Osmanî’ye yazdığı ön sözde görülür. Ahmet Vefik Paşa, Türkçenin tarihî derinliği olduğu kadar, konuşulduğu geniş alanla da büyük dillerden biri olduğunu vurgular. Sözlükte aslı Arapça ve Farsça olan sözlerin yanı sıra Türkçe kökenli sözlere de ayrı bir bölümde yer vermesi, Ahmet Vefik Paşaya dilde Türkçülük düşüncesinin ilk temsilcilerinden biri olma özelliğini kazandırmıştır (Akçura 1978: 49).
Ali Suavî, bu dönemde dil konusuna değinen, dilin sadeliği için uğraşan kişilerin başında gelir. Ali Suavî, öncelikle kullanılan dilin adını sorgulayarak işe başlar. Ali Suavî’ye göre lisân-ı Osmanî terimi siyasî bir terimdir. Osmanlı sözü, dilin adını veremez. Doğrusu ise lisân-ı Türkî’dir, yani Türk dilidir (Karal 1994: 56).
Ali Suavî, İstanbul’da çıkarmaya başladığı Muhbir gazetesinin 25 Şaban 1283 (1867) tarihli ilk sayısına yazdığı ön sözde, kullanılacak dilin adî lisan olacağını belirtmektedir. Adî lisan’dan kasıt herkesin anlayabileceği dildir (Levend 1972: 115). 27 Şevval 1283 (1867) günlü Muhbir’in 28. sayısında meslektaşlarına gazetelerde kullanılması gereken dil konusunda şu önerilerde bulunur:
“Haydi ittifak edelim. Meselâ ‘şarab’ diyecek yerde ‘ateş-renk’ demeyelim, düzce ‘şarab’ diyelim vesselâm. Muradımız mesele anlatmakken niçün halkı bir de ibare için düşündürelim. Gazeteleri İstanbul’da avam lisanı olan Türkçe ile yazalım.”
1869’da Paris’te çıkarmaya başladığı Ulûm gazetesinde ise alıntı sözlerin çokluk biçimlerinin kullanılmasının yabancı dil kurallarına göre değil de Türkçenin kurallarına göre olmasına dikkat çekmiştir: “Meselâ Arabîden âlim ve kâtib lûgatlerini alıp sîgaları gibi zabtetmişiz, amma ceminde ketebe ve küttab ve ulema demeğe mecbur değiliz; âlimler, kâtibler diyebiliriz. Dünyada her lisanın tabiatı dahi böyle bizim lisanımız gibidir.” Ali Suavî’nin alıntı sözlerin çokluk biçimlerinin Türkçe kurallara göre kullanılması düşüncesi daha sonraki Yeni Lisan hareketinde de dile getirilecektir.
Ali Suavî, bilim kitaplarının da anlaşılmaz dille yazıldığına dikkat çekmekte, halkın kullandığı dil ve terimlerle bunların yazılabileceğini söylemektedir. Türkçe sözler yerine Arapça ve Farsça sözler ve terimlerle dolu bu kitapların herkes tarafından anlaşılamadığını belirtmektedir. Herkesin bildiği ve kullandığı ‘aşı’ sözü yerine ‘telkih’ sözünün kullanılmasıyla Türkçe okuma yazma bilen kişinin bu eserden yararlanamayacağını yazar. Bir bahçıvan kitabını okuyup anlamak için on beş yıl öğrenim görmek şart mıdır, diye soran Ali Suavî, şarttır diyenlere de şöyle sorar: “O vakit bahçıvan kim olsun ?”
Mustafa Celâlettin Paşa da, Fransızca olarak yazdığı kitapta Türkçenin eskiliğini ve zenginliğini işleyerek başka pek çok dile kaynaklık ettiğini, söz verdiğini örnekleriyle ele almıştır. Mustafa Celâlettin Paşaya göre Türkçenin eski Yunancaya ve Lâtinceye verdiği sözler şunlardır: kapı > kapitol, söz > sosciete, köylü > kailos, dam ‘ev’ > domus, kol > colon, kafa > kefal, kandil > chandella; ordu > ordo, piliç > pulus, mini > minyon (Karal 1994: 67). Bugün tarihî dil bilgisinin kurallarına aykırı olduğu kabul edilen bu örnekler, o gün için yerli ve yabancı aydınların gözünde Türk dilinin bir ölçüde değer kazanmasında etkili olmuştu.
Ahmet Midhat Efendi de Basiret gazetesinin 19 Mayıs 1288 (1871) günlü 636. sayısında Türkistan’da konuşulmakta olan Türkçenin bizim dilimiz olmadığı gibi, Arapça ve Farsçanın da bizim dilimiz olmadığını belirtir. Dilimizde Türkçe ile birlikte Arapça ve Farsça kökenli sözlerin kullanıldığını belirten Ahmet Midhat, dilimizin bu dillerin dışında da içinde de olmadığını söyleyerek şöyle yazar: “Türkistan’dan bir Türk ve Necid’den bir Arap ve Şiraz’dan bir Acem getirsek edebiyatımızdan en güzel parçayı bunlara karşı okusak hangisi anlar? Şüphe yok ki hiçbirisi anlayamaz. Tamam işte bunlardan hiçbirinin anlayamadığı lisan bizim lisanımızdır diyelim. Hayır, onu da diyemeyiz. Çünkü o parçayı bize okudukları zaman biz de anlayamıyoruz... Pekalâ ne yapalım ? Lisansız mı kalalım ? Hayır, halkımızın kullandığı bir lisan yok mu ? İşte onu millet lisanı yapalım.”
Ahmet Midhat Efendi, tamlamaların Arapça veya Farsça kurallara göre değil Türkçenin kurallarına göre yapılmasını, Arapça ve Farsça çokluklar yerine de Türkçe çokluk biçiminin kullanılmasını istiyordu: Zümre-i üdebâ yerine edipler zümresi, hayırlı âmâl yerine hayırlı ameller denilmeliydi. Hele hele Türkçede güvercin ve örümcek gibi sözler dururken kebuter ve ankebut demenin hiç gereği yoktu.
Türk sözlükçülük tarihinde önemli bir yeri olan Şemsettin Sami de Türkçenin sadeleşmesi üzerine çalışmış, yazılarında bu konuyu önemle işlemiştir. Şemsettin Sami, 1303’te bu konuda ilk eser olan Lisan’ı yayımlamıştır. Dil konusunda düşüncelerini ortaya atmadan önce çıkarmaya başladığı Sabah gazetesinde 12 Sefer 1293 (1876) günlü ilk sayısında gazetenin dili üzerine şunları yazar:
“Şürût-ı lâzımeyi cami olan bir gazeteden olunacak istifadenin umûmî olması iki şeye mütevakkıftır: Birincisi herkesin anlayabileceği bir lisanla ve usanç vermeyecek surette muhtasar yazılmak; ikincisi herkesin sühuletle alacak kadar ucuz olmak.”
Dil konusundaki asıl düşüncelerini Hafta dergisinde açıklamaya başlayan Şemsettin Sami, konuşulan dilin adı üzerinde de durur:
“Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi ‘Türk’ ve söyledikleri lisanın ismi dahi ‘lisân-ı Türkî’dir. Cühelâ-yı avâm indinde mezmûm addolunan ve yalnız Anadolu köylülerine ıtlak edilmek istenilen bu isim, intisabıyla iftihar olunacak bir büyük ümmetin ismidir.”
Şemsettin Sami, Türk adının “Adriyatik denizi sevahilinden Çin hududuna ve Sibirya’nın iç taraflarına kadar münteşir olan bir ümmet-i azîmenin unvanıdır.” diyerek Türk dünyasının sınırlarını belirtir. Arapça vakit ile Türkçe çağ sözlerinin bir değerlendirmesini yapan Şemsettin Sami, dilimizin şivesine çağ sözünün vakit sözünden daha uygun olduğunu ve kulağımıza daha mülâyim geldiğini yazarak kendi eski hırkası ile süslenmek, iğreti hırka istemekten daha iyidir anlamındaki bir Farsça beyitle yazısını bitirir (Levend 1972: 134).
Bu dönemde dil ile ilgili tartışmaların yanı sıra yazı ile ilgili tartışmaların da yapıldığını görmekteyiz. Arap yazısının Türkçeyi ifade etmekteki yetersizliğine ilk kez değinen Münif Efendi (sonradan Paşa)’dir. 12 Mayıs 1862 günü kurucu üyesi olduğu Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’de bir konuşma yapan Münif Paşa Arap yazısıyla Türkçe yazmanın zorluklarına değinmiş ve ÊË« yazılışının üç, „—u½ yazılışının ise altı farklı okunuş biçimi bulunduğunu söylemiştir. Avrupa’da en fazla otuz-kırk harfle kitap, gazete, dergi basılırken, Osmanlı yazısıyla bir kitap basılabilmesi için hat türlerine göre sayısı yüzlerle ifade edilen harflere, şekillere ihtiyaç olduğunu söyler. Söz gelimi nesih hattıyla bir kitabı dizmek için 500 harf ve şekil gerekmektedir. Talik yazısıyla bir kitabı dizebilmek için ise bunun birkaç katı işarete, harfe ihtiyaç vardır. Münif Paşa sıraladığı zorluklardan sonra çözüm için iki öneride bulunur. Birinci öneri Arap harflerinin harekeli olarak yazılmasıdır. Harekeli yazının zorluklarını da dile getiren Münif Paşa, asıl önerisinin harfleri bitiştirmeden yazmak olduğunu söyler. Lâtin alfabesinde olduğu gibi Arap alfabesindeki harfleri birbirine bitiştirmeden yazmanın sorunu çözeceğini belirtir (Şimşir 1992: 20-21). Bu düşünce daha sonra Enver Paşa tarafından önerilecek, hatta bir yazı düzeni de geliştirilecektir.
Türk dünyasında kullanılan alfabenin ıslahı üzerine ilk ciddî girişim Azerbaycan’dan gelir. Mirza Fethali Ahundzade 1863’te İstanbul’a gelerek alfabe üzerine hazırladığı çalışmayı Sadaret makamına verir. Mirza Fethali Ahundzade’nin tasarısı buradan Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’ye gönderilir. Mirza Fethali Ahundzade, Cemiyet başkanı Münif Efendinin çağrısı üzerine Cemiyette bir konferans verir. Bir hafta sonra Mirza Fethali Ahundov’un yokluğunda toplanan Cemiyet, Arap harflerinin Türkçeyi yazmaya elverişli olmadığı, düzeltilmesi gerektiği yolunda karar almıştır. Ancak Sadaret makamına gönderilecek olan 6 Ağustos 1863 tarihli yazıda Mirza Fethali Ahundov’un önerisinin kabul edilemez olduğu belirtilecektir (Şimşir 1992: 22).
Yazı sorununa Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavî gibi Tanzimat aydınları da katılmışlardır. Şinasi, Arap harflerinin basımda yaşattığı güçlükler karşısında yeni harfler ve noktalama işaretleri döktürtmüş, uyguladığı sistemle baskı sisteminde yaklaşık 400 olan işaretleri 112’ye indirmişti. Ali Suavî Ulûm gazetesindeki yazılarında Arap alfabesinin kusurlarına değinmişti. Namık Kemal de alfabe sorununa değinmiştir. Ancak Şinasi de, Ali Suavî de, Namık Kemal de alfabenin değiştirilerek Lâtin yazısının kabulünü hiç düşünmemişlerdir (Şimşir 1992: 23). Hatta alfabe konusunda İran Elçisi Melkum Han ile tartışmaya girişen Namık Kemal, Lâtin harflerinin alınmasına karşı olduğunu yazmıştır. Başka yazarların da yazılarıyla katılmalarıyla tartışma genişlemiştir. Tartışmalar izleyen dönemlerde de sürecektir.
Meşrutiyet döneminde Türkçenin ağızları
Osmanlı devletinin son dönemlerinde başlayan dil tartışmaları, gerçekte yüzyıllardır ya*şa*nan bir sorunla Türk aydınlarının yüzleşmesidir. Osmanlı devletinde dil sorunu ilk defa en cid*dî biçimde, Kanun-ı Esasî’nin hazırlanışında ve Heyet-i Mebusan’da (Birinci Meclis-i Me*bu*san) resmî makamların gündemine gelmişti. Devletin bünyesine yeni bir kurum olarak ka*tı*la*cak Heyet-i Mebusan, ülkenin değişik yörelerinden gelecek mebuslardan oluşacaktı. Üç kı*ta*ya yayılmış bulunan Memalik-i Devlet-i Osmaniye’nin farklı uluslardan oluşan tebaasını tem*sil edecek bu mecliste farklı dilleri konuşan insanların bulunacağı muhakkaktı. Farklı dil*le*ri konuşan mebusların mecliste nasıl anlaşacağı, yasama işlevini hangi dille yerine ge*ti*re*cek*leri önemli bir sorundu. Bu nedenle, Kanun-ı Esasî hazırlanırken 18. ve 68. maddeler dev*le*tin diline ayrıldı. Kanun-ı Esasî’nin 18. maddesinde “Tebaa-i Osmâniyenin hidemât-ı dev*let**te istihdam olunmak için devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.” (Kili 1982: 11) denilerek hem devletin resmî dilinin Türkçe olduğu belirtiliyor, hem de devlet kadrolarında görev ala*cak kişilere Türkçe bilme şartı getiriliyordu. Heyet-i Mebusan’a kimlerin seçilemeyeceği de 68. maddede sıralanırken “...salisen Türkçe bilmeyen...mebus olamaz” denilmektedir (Kili 1982: 18). Bu mad*denin son cümlesi, dört yıl sonra yapılacak seçimlerde mebus ola*bil*mek için Türkçe oku*mak ve yazmak şartı aranacağı şu cümleyle belirtilir “Dört seneden sonra icra olunacak intihaplarda mebus olmak için Türkçe okumak ve mümkün mertebe yazmak da*hi şart olacaktır.” (Kili 1982: 18).
Heyet-i Mebusan işte bu ortamda açılır. Ancak, daha ilk günden dil sorunu bu defa farklı bir boyutuyla ortaya çıkar. Osmanlı devletinin değişik bölgelerinden gelen mebuslar Türkçe ko**nuşmaktadır, ama her mebus kendi yöresinin ağzıyla hitap etmektedir. Konuşulanlar an*la*şı*la*mamakta, mebuslar birbirinin konuşmasını alaya almaktadır. En zor durumda kalanlar da top*lantı tutanağını tutmakla görevli kâtiplerdir. Kâtipler konuşulanları anlayamadıkları için Ah*met Midhat Efendi, mebusların sözlerini yazı diline çevirerek tutanak tutmakla görev*len*di*ri*lir. Tartışmaların çok şiddetli geçtiği oturumlardan birinde mebusların konuşmalarını tuta*na*ğa geçen Ahmet Midhat Efendi, bu zor işe daha fazla dayanamayarak bayılır. Bunun üzerine top*lantıya ara verilir. İstanbul sokaklarında da durum farksızdır. İstanbul’da yaşayan halk, İs*tan*bul dışından gelen mebusların konuşmalarıyla; mebuslar da İstanbulluların konuşmalarıyla alay etmektedir (Karal 1994: 61). Devletin ileri gelenleri ilk defa böylesine bir dil sorunuyla karşı karşıya kal*mış*lardır.
Heyet-i (Meclis-i) Mebusan’ın kapatılmasından sonra sansürün uygulandığı İstibdat dönemi başladı. Pek çok konunun ele alınması yasaklandığı için yönetimin tehlikeli saymadığı dil ve alfabe konusu en fazla tartışılan konular oldu. Basında daha önce ve daha sonraları örneği görülmeyen ve görülmeyecek olan tartışmalar başladı. Tercüman-ı Hakikat, Ceride-i Havadis ve Vakit gazeteleri iki yıl süresince bu konulardaki tartışmalara yer verdi. Tartışmaya katılanlar arasında Recaizade Ekrem’den Ahmet Mithat Efendiye, Hacı İbrahim Efendiye kadar pek çok kişi bulunuyordu. Lâtin harflerinin alınmasına karşı görüşler ileri sürecek olan Hacı İbrahim Efendi, düşüncelerini Tarik gazetesindeki yazılarıyla dile getiriyordu. Türkçenin sadeleşmesi konusunda Arapça ve Farsça sözlerin tasfiyesine karşı çıkan Hacı İbrahim Efendi ünlü “vav harfi” tartışmasının çıkmasına da yol açmıştı (Levend 1972: 135). Tartışmalara Sultan Abdülhamit de katılmıştı, ancak Sultan Abdülhamit’in düşüncesi farklıydı. Sultan Abdülhamit, Arapçanın resmî dil olmasını bile bir zamanlar teklif etmişti:
“Arapça güzel lisandır, keşke eskiden resmî dil Arapça kabul olunsa idi. Hayrettin Paşanın sadrazamlığı zamanında Arapçanın resmî dil olmasını ben teklif ettim. O zaman Sait Paşa başkâtip idi, direndi. ‘Sonra Türklük kalmaz’ dedi. O da boş lâf idi. Neden kalmasın ? Aksine Araplarla daha sıkı bağlantı olurdu...”
Bu dönemde yapılan dil tartışmaları resmî yazışma dilinin sadeleştirilmesi, alfabenin düzenlenmesi, Türkçenin Arapça ve Farsça unsurlardan temizlenerek bağımsız bir dil durumuna getirilmesi konularında yoğunlaşmıştı. Sadrazam Sait Paşa, resmî yazışma dilinin yalnız yazarların tartışmalarıyla düzenlenemeyeceğini, bu konuda hükûmetçe gayret gösterilmesi gerektiğini öne sürerek uzun cümlelerin kısaltılmasını, gereksiz edat ve deyimlerin bırakılmasını buyurmuştu (Karal 1994: 62).