Eğitmenim
Edvard Munch Popupb
Eğitmenim
Edvard Munch Popupb
Eğitmenim
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Öğreniyoruz, Öğretiyoruz, Paylaşıyoruz ve KAZANIYORUZ...
 
AnasayfaAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Edvard Munch

Aşağa gitmek 
3 posters
YazarMesaj
Draquinq
Admin
 Admin
Draquinq


Mesaj Sayısı : 263
Kayıt tarihi : 13/10/10

Edvard Munch Empty
MesajKonu: Edvard Munch   Edvard Munch Icon_minitimePerş. Ekim 14, 2010 9:57 pm

Edvard Munch
(1863-1944)


Edvard Munch, 1863 yılında Loten’de, Dr. Christian Munch ve Laura Cathrine’in ikinci oğulları olarak dünyaya gelmiştir. 1864 yılında aile Christiana’ya (bugün Oslo) taşınmıştır. Burada, Edvard henüz 5 yaşındayken, annesi 1868’de verem hastalığından hayata veda etmiştir.

Bundan sonra beş kardeş için zor bir yetişme dönemi söz konusu olacaktır. Edvard’ın çok küçük yaşta annesiz kalması, onu derinden etkilemiş olmalıdır. Ama onu daha da fazla etkileyen olay, kendisinden sadece bir yaş büyük olan kızkardeşi Sophie’nin de annesini alıp götüren verem hastalığına yakalanmış olmasıdır. Kardeşinin günden güne tükenişine tanık olmak, ergenlik dönemindeki Edvard için oldukça acı bir deneyim olmuştur. Sanki küçük yaştayken tam olarak anlamlandıramadığı annesinin ölümünü, Sophie’nin hastalığı süresince bu kez gerçekten yaşamıştır. Kızkardeşi, 15 yaşındayken 1877 yılında hayatını kaybeder.

Yaşadığı acı tecrübeler iç dünyasında derin yaralar bırakırken Edvard Munch, 1879’da başladığı mühendislik eğitimini 1880’de terkederek ressam olmaya karar vermiştir. Oslo’da akademiye giren Munch, 1882 yılında kendisi gibi altı sanat öğrencisiyle birlikte bu şehirde bir atölye kiralamıştır. Buradaki çalışmalarını, Norveç’in o dönemde en önemli ressamlarından birisi olan Christian Krohg yönlendirmiştir. Krohg, bu sırada Paris’ten henüz dönmüş ve orada özellikle Manet’nin resimlerinden etkilenmiştir. Sanatın merkezinden aktarılan izlenimler, diğer gençlerle birlikte Munch’u da heyecanlandırmış olmalıdır.

Munch, 1883’de Oslo Sonbahar Sergisi’nde ilk defa olarak resimlerini göstermiş, aynı dönemde Oslo’nun sanat ortamına da girmiştir. 1885 Antwerp Dünya Sergisi’nde, aralarında kızkardeşi Inger’in portresinin de bulunduğu resimlerini sergilenmiştir. Bu resimle birlikte, 1885/6’da yaptığı Hasta Çocuk adlı çalışmasını 1886’daki Oslo Sonbahar Sergisi’nde göstermiştir. Ancak, her iki çalışma da kamuoyunun tepkisini çekmiştir. Hasta Çocuk, konu olarak Munch’un yakın geçmişine göndermeler içermektedir. Çok da uzak olmayan bir süre önce kızkardeşi Sophie, böyle bir hasta yatağında verdiği hayat mücadelesinde her an yenik düşmekteydi.

Ancak, konunun genel etkisi ve Munch’un hayatındaki yeri bir yana, resim üslup açısından da ‘dramatik’ bulunmuş olmalıdır. Resim yüzeyinde fırça lekeleri ve akıtmalarla oluşturulan dokular ve resmin tamamlanmamış etkisi bırakacak şekilde ele alınışı, bu çalışmaya yönelik tepkilerin asıl hedef noktasını oluşturmuş gözükmektedir. Oysa, konunun dramatik etkisini arttıran bu üslup anlayışı, Munch’un sanat kariyeri boyunca izleyeceği yolun ana çizgisini ortaya koymaktadır.

Munch, hayatı boyunca tüm tepkilere karşın sanat çizgisinden taviz vermeden yoluna devam etmiştir ve henüz 23 yaşındayken, 1889 yılında, Oslo’da 110 eserden oluşan ilk kişisel sergisini açmıştır. Aynı yıl devlet bursuyla, sanatı üzerinde derin etkisi olacak Paris’e gitmiş ve Léon Bonnat’ın sanat okuluna girmiştir. Bu tarihten sonra, Fransa ve Paris, hayatı boyunca çeşitli fırsatlarla döneceği bir uğrak noktası olacaktır.

İlk Paris deneyimi, onu yeni sanat arayışlarına yönlendirmiş görünmektedir. 1890 tarihli Karl Johan’da Bahar Günü, yeni- izlenimci tarzda bir resimdir. 1891 tarihli Rue Lafayette, Paris’te bir süre yaşadığı caddenin görünümünü benzer bir üslup anlayışı içerisinde yansıtmaktadır. Sanatçının başından beri yatkın olduğu serbest fırça vuruşlarının, neredeyse noktacı bir anlayışta ele alındığı bu şehir görünümlerini, 1891 tarihli Oslo Fiyordu Üzerinde Ayışığı adlı manzara izler. Burada fırça vuruşları daha kalın ve sadedir; resim yüzeyinde belirgin bir yalınlaşma hissedilmektedir. Belli ki Munch, Paris’in ilk etkilerini aşmakta ve bir ‘ara dönem’in ardından tekrar kendi üslup çizgisinin tutarlılığı içerisinde gelişimini sürdürmektedir.

Ancak Paris, en azından onun renk anlayışını belirgin bir şekilde değiştirmiş görünmektedir. Bundan sonra resimlerinde farklı renk düzlemlerini kullanmaktan geri kalmayacaktır. Resim yüzeyindeki doku arayışları ve figürlerdeki yalınlaşmanın ardından, rengin de bir ifade aracı olarak önemini kavramıştır.

1891 yılında Nice’de, Hayat Frizi adlı bir seri tuval resmi üzerinde çalışmaya başlayan Munch’un, 1892 yılında Berlin’de açtığı kişisel sergi, basının ve halkın büyük tepkisini çekince bir hafta sonra kapatılmıştır. Ancak Berlin’de, aralarında Strindberg’in de bulunduğu entelektüel bir çevreyle kurduğu ilişkiler, bu şehri kendisini besleyen önemli bir merkez konumuna getirmiştir. Berlin, Munch’un sanatındaki sembolist eğilimlerin gelişiminde etkili olan bir ortamı barındırmaktadır.

Bu dönemde yaptığı çalışmalardan 1893 tarihli Ses, arka planda durgun suya düşen ay ışığının oluşturduğu dikey- sarı hat, bunun önünde yer alan dikey ağaç gövdeleri ve resmin sol ön kısmındaki kadın figüründen oluşmaktadır. Bu dikey hatları, göl kıyısını tanımlayan yatay hat dengelemektedir. Bütün resme yoğun bir atmosfer duygusu hakimdir. Munch’un Hayat Frizi çalışmaları üzerine yoğunlaştığı bir dönemde gerçekleştirdiği bu resmin devamında, sanat tarihinin başyapıtlarından birisi olan Çığlık gelmiştir.

Çığlık, Munch’un sanatında o zaman kadar etkili olmuş farklı konu ve üslup kaynaklarının olağanüstü bir bileşimidir. Bu, renk ve deformasyonun bir ifade aracı olarak böylesine yoğun bir şekilde kullanıldığı ilk modern başyapıt olma özelliğine sahip öncü bir resimdir. Hastalık ve ölümlerle kuşatılmış bir yetişme dönemi geçirmiş olan duyarlı bir iç yapının, adeta patlama halindeki bir dışavurumudur çığlık. Resim yüzeyini diyagonal olarak bölen köprünün ardında deniz ve kızıl gökyüzü dalgalanarak bütünleşmiş, mekan boğucu bir atmosferin tüm etkilerini yansıtacak şekilde düzenlenmiştir. Köprünün üzerinde, yoğun bir şekilde deforme edilmiş ve başını iki elinin arasına almış durumdaki figürün çığlığı bu dalgalanan, dönen atmosferde yankılanmakta ve baş döndürücü bir etki yaratmaktadır. Aslında bu atılmamış bir çığlıktır. Bireyin içinde saklı kalmış, bastırılmış, çeşitli sebeplerle dışa vurulmamış bir çığlık. Aynı zamanda bireyin, kendisini kuşatan boşluğun kuvvetli baskısına, diğer bir deyişle ‘varolmanın dayanılmaz ağırlığı’na gösterdiği bir tepkidir. “Bağırmak istedim; bunun beni hafifleteceğini biliyordum, ama utandım.”der Kazancakis. Bu ifade tam da Munch’un atılmamış çığlığına denk düşmektedir.

1890’lı yıllar Munch’un üretken bir dönemini işaret etmektedir. 1894’de Berlin’de ilk gravür ve taşbaskılarını üretmeye başlamıştır. Bu sırada, aralarında Kadının Üç Durumu ve Madonna gibi resimlerin de bulunduğu Hayat Frizi’nin çalışmalarına devam etmektedir. Madonna, doğum ve ölüm kavramlarını ele aldığı önemli eserlerinden birisidir. 1895 tarihli Ayışığı ise, iki yıl önce yaptığı Ses’in bir devamı niteliğindedir; bu kez manzaradan figür kaldırılmıştır.

Bu dönemde Paris, Berlin gibi sanat merkezleri ile Norveç’te yaşamını sürdüren Munch, bir yandan kadın ve kadının erkeğin iç yaşantısındaki yerini irdelediği (Erkek ve Kadın/ 1898, Öpüş/ 1897, Hayat Dansı/ 1897- 99) resimlere yoğunlaşırken, diğer yandan erken kariyerinin değişmez teması olan hastalık ve ölüme de ilgi göstermiştir (Ölüm Döşeği/ 1895, Hasta Odasında Ölüm/ 1895, Ölü Anne ve Çocuk/ 1897- 99).

Ölü Anne ve Çocuk, Munch’a özgü tamamlanmamışlık etkisi ve deformasyon eğilimi ile dikkat çekmektedir. Resim yüzeyine paralel yerleştirilmiş yatakta annenin cansız bedeni, neredeyse bir çizim taslağı olarak bırakılmıştır. Çığlık’taki figür gibi, başını elleri arasına almış olan küçük kız; yatağın önünde, yüzü izleyene dönük olarak durmakta ve bu dramatik olaya tepkisini vermektedir.

1899’da birkaç kez döneceği Köprüde Kadınlar konusunu ilk kez ele alan Munch, 1900 yılında uzun süredir üzerinde çalışmakta olduğu Hayat Frizini tamamlamış ve frizin tamamını 1902 Berlin Sezession’unda sergilemiştir. Bundan sonra Oslo, Paris, Berlin gibi merkezler başta olmak üzere, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde bulunan, sergiler açan ve siparişlere yanıt veren önemli bir ressam olarak Munch, portre ve manzara çalışmalarına ağırlık vermiştir. 1908 yılında geçirdiği bir sinir krizi sonucu altı ay hastanede yatan sanatçı, yaşamının sonuna kadar üretmeyi sürdürmüş, ancak 1930 yılında geçirdiği bir göz rahatsızlığı çalışmalarını yavaşlatmıştır.

1937’de Nazi yönetimi, Munch’un Alman müzelerindeki çalışmalarından 82’sini ‘yoz sanat’ şeklinde nitelemiş ve çoğunu satmıştır. 1940 yılındaki Alman istilası, Norveçli ressamın hayatının son dönemindeki acı deneyimlerden birisi olmuştur. 1942 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilk sergisini açan Munch; deforme edilmiş figürler, işlenmemiş yüzeyler ve yoğun renk kullanımı ile olduğu kadar resimlerinde yarattığı atmosfer etkisi ve konuları ile, başta dışavurumcular olmak üzere pekçok 20.yüzyıl sanatçısını derinden etkilemiştir.



Onun Çığlığı, her bireyin atılmamış çığlığı olarak, yapıldığı günden itibaren boşlukta dalgalanmaya devam etmektedir.


Edvard Munch Munch-Golgotha



12 Aralık 1863'te Löten'de (Norveç) bir doktorun oğlu olarak dünyaya geldi. Aile, içlerinde din adamları, subaylar, öğretmenler bulunan bir Norveç burjuva ailesiydi. Çocukluk ve yeni yetmelik yıllarını hastalık ve ölüm kararttı. Annesi veremden öldüğünde beş, kendisinden bir yaş büyük ablası Sophie de aynı hastalıktan öldüğünde on dört yaşındaydı. Beş çocuğunun öğrenimlerine özen gösteren babası, ailenin sıkıntılarını bozan para sıkıntıları içindeydi. Annesinin ölümünden sonra, zaten para sıkıntısı içinde olan babası günlerce odasında dua ederdi ki Munch sonradan babasının durumuna çeşitli göndermeler yapmıştır.
Edvard, Oslo Teknik Koleji'nde bir yıl öğrenim gördükten sonra resim tutkusu nedeniyle Sanat ve Zanaat Okulu'na yazıldı. Yeteneğini ilk kabul edenlerden biri olan ressam Thaulow, 1885'te üç haftalık bir Paris yolculuğu için gereken olanakları sağladı. Empresyonist resimleri görmesi, araştırmalarının gelişimini değiştirdi ve resim yolunu aydınlattı. İlk sergisini Christiana'da (Oslo'nun eski adı) açtı. Bu sergide yüz on yapıtını sergiledi. Resimlerinde yer alan yüzlerin katılığında ve bu yüzleri saran atmosferde Munch'ün sert mizacı belli oluyordu. Bu sergiden sonra hükümet kendisine bir gezi bursu verdi, bu sayede Paris'te üç yıl yaşadı. Monet'yi, Gauguin'i ve Seurat'yı keşfetti. Noktacılık'ın (pointolisme) etkisinde kaldı ve "Karl Johan'da İlkbahar", "Rue Lafayette" gibi tablolarını bu yönteme göre yaptı. Ama onun için nasıl resim yapacağı değil de, neyin resmini yapacağı önemli olduğu için bu yöntemi hemen bıraktı. Munch, "Soluk alıp veren, hisseden, acı çeken ve seven canlı varlıklar olmaları gerekir. Bir dizi bu tür resim yapacağım, insanlar bunların kutsal niteliğini kavrayacaklar ve sanki kilisedelermişcesine bunların karşısında şapkalarını çıkaracaklar" der.

Suluboya çalışmalarında ilaç şişelerini obje olarak kullanan ressam "Hastalık ve ölüm ruhsal yaşantımı etkilediği gibi sanatımın da temellerini oluşturur." diyerek bu konudaki düşüncelerini dile getirir. Munch'ün resimlerinde görülen iki etken konu vardır. Birincisi "Ölüm ve Hastalık" ikincisi "Kadın", dolayısıyla "aşk".

Çığlık, Munch’un sanatında o zaman kadar etkili olmuş farklı konu ve üslup kaynaklarının olağanüstü bir bileşimidir. Bu, renk ve deformasyonun bir ifade aracı olarak böylesine yoğun bir şekilde kullanıldığı ilk modern başyapıt olma özelliğine sahip öncü bir resimdir. Hastalık ve ölümlerle kuşatılmış bir yetişme dönemi geçirmiş olan duyarlı bir iç yapının, adeta patlama halindeki bir dışavurumudur çığlık. Resim yüzeyini diyagonal olarak bölen köprünün ardında deniz ve kızıl gökyüzü dalgalanarak bütünleşmiş, mekan boğucu bir atmosferin tüm etkilerini yansıtacak şekilde düzenlenmiştir. Köprünün üzerinde, yoğun bir şekilde deforme edilmiş ve başını iki elinin arasına almış durumdaki figürün çığlığı bu dalgalanan, dönen atmosferde yankılanmakta ve baş döndürücü bir etki yaratmaktadır. Aslında bu atılmamış bir çığlıktır. Bireyin içinde saklı kalmış, bastırılmış, çeşitli sebeplerle dışa vurulmamış bir çığlık. Aynı zamanda bireyin, kendisini kuşatan boşluğun kuvvetli baskısına, diğer bir deyişle ‘varolmanın dayanılmaz ağırlığı’na gösterdiği bir tepkidir. “Bağırmak istedim; bunun beni hafifleteceğini biliyordum, ama utandım.”der Kazancakis. Bu ifade tam da Munch’un atılmamış çığlığına denk düşmektedir.

Hastalık ve ölüm konusundaki en ünlü yapıtı, ilkine yirmi üç yaşında başladığı "Hasta Çocuk" tablosudur. 1885-6 kışında oluşturulan bu tablo, bugün Oslo Ulusal Galeri'de bulunmaktadır. Munch, tablodaki anne figürü için kendisini resim konusunda destekleyen teyzesi Karen Bjölstad'ı model olarak kullanmıştır. Hasta kız figürünü ise babasının muayenehanesine gelen on bir yaşındaki Betzy Nielsen'den esinlenerek çizmiştir. Resmin anahtar noktasını, resmin merkezinde, diyagonallerin kesiştiği yerde, yaşlı ve genç vücudun temasında görürüz. Anne ve kızın, teselli ve acının, ümit ve ümitsizliğin birleştiği noktadır bu. Bu tabloda, ölüm ve yaşam perspektifleri belli bir yumuşaklıkla birbirinden ayrılmıştır ve resmin can damarı ellerin hareketidir.

Munch bu resmi sergilendiğinde kıyamet kopar ve sanatçının dediğine göre "Sergi salonuna girdiğimde büyük bir gürültü, homurdanmalar ve kahkahalar duydum. Dışarı çıktığımda çevremi genç natüralist ressamlar çevirdi ve bunlar arasında o sıralar ressamlık hayatının en parlak dönemini yaşayan Gustav Wentzel de yüzüme şöyle bağırdı: 'Üç kağıtçı Munch, domuz gibi resim yapıyorsun. İnsan elleri hiç böyle çizebilir mi? Aynen tokmağa benziyorlar'." Bu konuda Otto Mondersohnes da şöyle yazar: "Munch'ün resimleri tam bir felaket. Kaşık gibi eller, mısır koçanı gibi burunlar..." Yalnız basın değil, halk da Munch'ün resimlerine büyük tepki göstermiştir. "Hasta Çocuk" resmine yeşil-gri tonlar hakimdir ve resmin tümü bu renk armonisi altında, sanki üzerinde ince bir gri tül varmış izlenimini uyandırmaktadır. Tablonun en ilginç yanı, iki figür arasında kalan kısmıdır. Munch tuvali adeta bir heykeltıraş gibi kullanmış, nemli, bazen de kurumuş boyayı tekrar tekrar kazıyıp boyamış, bu da resme plastik bir görünüm kazandırmıştır. Özelikle bu plastik form hasta kızın çenesinin altında oldukça belirgindir.

Temek içeriği aşk ve ölüm olan ünlü Hayatın Efrizinin en önemli tablosu "Yaşam Dansı"dır. Resimde görünen üç kadın figürü aslında tek bir modeli, Tula Lansen'i canlandırır. Sanatçı portre çalışmaları da yapmıştır. 1902'den itibaren Lübeck'li göz doktoru Dr. Linde'nin çocuklarının resimlerini ve Lübeck kentinin çeşitli gravürlerini gerçekleştirmiştir.

Munch, ekspresyonist (dışavurumcu-ifadeci) bir ressamdır, ama onu aynı zamanda bir sembolist olarak da kabul etmek gerekir. Resimlerinde bir takım simgesel ifadeler de mevcuttur. Özellikle aşk temasını işlediği resimlerinde bu sembol dilini konuşturmuştur. 1896'da yaptığı yaptığı Paris yolculuğu Paul Gauguin, Emile Bernard, Maurice Denis ve Mallarme gibi sembolist sanatçılarla tanışması bakımından çok önemlidir. Aynı yıllarda ağaç üzerine gravür ve taşbaskı çalışmalarında da başlar. Munch, Van Gogh'tan etkilenir.

Hollandalı ressam Van Gogh mektuplarından birinde, çok sevdiği bir dostunun portresini yapmaya nasıl başladığını yazar: "Saçların sarı rengini abartıyorum, onlara portakal rengini veriyorum ve başın arkasına odanın sıradan duvarını değil, sonsuzluğu, uzayın maviliğini boyuyorum. Turuncu baş mavi yüzey üzerinde gizemlice belirginleşiveriyor. Ah sevgili dostum, seyirci bu abartmada karikatürden başka bir şey göremiyor. Ama biz ressamların umurunda mı bu?... " Van Gogh seçtiği yöntemin karikatürcünün yöntemiyle karşılaştırılabileceğini söylemekle haklıydı, çünkü her zaman ifadecidir karikatür. Bunu Van Gogh'un ötesinde fark eden ifadeci (ekspresyonist) sanatçılar arasında Munch de vardır. Ekspresyonistler, insanın acısını, sefaletini, zorbalığını, tutkusunu öylesine derinden duyuyorlardı ki, sanatta uyum ve güzellik üzerine birleşmenin anlamsız olduğuna karar vermişlerdi ve varolmanın acımasız olguları tuvallerine yansıyordu.

Çığlık da tüm sahne o çığlığın bunaltısına katılır. Çığlık atan kimsenin yüzü karikatür gibi bozulmuştur. Kocaman açılmış gözler ve içe çökük yanaklar kafatasını anımsatır. Mutlak korkunç birşeyler olmuştur ve baskı o denli etkilidir ki, o çığlığın nedenini hiçbir zaman bilmesek bile, bu içten gelen varoluş seslenişini Munch, renk ve çizgileriyle her eserinde bize hissettirir. Karşıdan görünen hasta bakışlı solgun yüzlerde aşırı yalınlığa ulaşmış, anlatım biçimlerini içeren bir dışavurumcu sembolizm olarak tanımlanabilecek üslubuna tam egemen durumda, bir renk fırtınasına tutulmuş gökyüzü ile yılankavi çizgili bir görünümden ortaya çıkan yüzün, "Çığlık"ın ilkin yağlıboya resmini, sonrada taşbaskısını yapmıştır. Tabloyla ilgili olarak kendiside şöyle der: "Bir akşam yolda yürüyordum. Bir tarafta şehir, aşağıda fiyordlar vardı. Yorgun ve hasta idim.''
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://egitmenim.forum.st
PashaJr123456
Üye
 Üye



Mesaj Sayısı : 100
Kayıt tarihi : 14/10/10

Edvard Munch Empty
MesajKonu: Geri: Edvard Munch   Edvard Munch Icon_minitimeCuma Ekim 15, 2010 12:36 am

bunu cok begendim uppp +++++
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
NoobLe
Üye
 Üye
NoobLe


Mesaj Sayısı : 15
Kayıt tarihi : 15/10/10
Yaş : 28
Nerden : Çorlu

Edvard Munch Empty
MesajKonu: Geri: Edvard Munch   Edvard Munch Icon_minitimeC.tesi Ekim 16, 2010 1:45 am

£!_İN£ 5aĞ!_ıI<
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Edvard Munch
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Eğitmenim :: Kültür & Sanat & Tarih :: Biyografiler-
Buraya geçin: